20 Aralık 2016 Salı

Işık

            Belli belirsiz bir ışık görüyorum uzaklarda, çalıların arasında, hareket halinde, sanki bana doğru yaklaşmakta. Heyecanlanıyorum. Çünkü en fazla ihtiyaç duyduğum bir ışık şu anda. Ve şimdi daha net görüyorum; bir meşale, bir el, bir sima. Tanıdık geliyor önce, bir yerden tanıyorum bu yüzü. Alevlerin ışığında parlayan kahverengi gözleri biliyorum sanki. Bana bakıyor. Şimdi daha da yakınımda. Elini uzatıyor, sessiz sedasız. Uzanıp tutuyorum eli, sıcacık. Bir kavrayışta çekip çıkartıyor beni. Hafiften seyrek saçları, kır düşmüş uçlarına, öylesine içten bakıyor gözleri. Bu yüz babamı hatırlatıyor bana. Evet, bu adam babama benziyor. Dostane bir gülümseme takınmış dudaklarına, seni eve götürüyorum diyor. Seviniyorum. Elini omzuma atmış, düşmeyeyim diye tutuyor yorgun bedenimi. Hafif bir meltem var havada, yaz meltemi. Sırılsıklam üstüm, bir titreme geliyor. Çalıların arasından geçip gidiyoruz. Yağmur yağmış sanki, yerler hafiften ıslak gibi, yerler hafiften nemli. Bir mısır tarlasının ortasındayız, akşam vakti, etraf karanlık, etraf bulanık. Yıldızlar kaplamış gökyüzünü. Tek başıma olsam bulamam yolu, neredeyim onu bile bilmiyorum. Ama babam yüzlü adam biliyor yolu.   

            Konuşmuyoruz yol boyunca. Yürüyoruz sadece; sessizce, ayak adımlarımızı birbirine uydurarak, yürüyoruz öylece. Bir patika geçiyoruz. Yol çatallaşıyor bir yerde, iki ayrı kola ayrılıyor. Duruyoruz sonra, bir müddet bekliyoruz. Babam yüzlü adam bana bakıyor, hangi taraftan der gibi. Kafamı sallıyorum bilmiyorum dercesine. Ben yolu bilmiyorum. Tek başıma olsam bulamam yolu, ama babam yüzlü adam biliyor. Eğilip ellerinin arasına alıyor yüzümü, gülümsüyor, öylesine içten, her zaman sağ yolu takip et, gitmen gereken yeri bulacaksın, diyor dokunaklı sesiyle.

Sağ yola sapıyoruz birlikte. Adımlarımız hala birbirini izlemekte. Yol uzun, yol engebeli.  Bedenim ağırlaşıyor bir yerde, taşıyamıyorum. Yalpalıyorum. Ama babam yüzlü adam tutuyor sıkıca kolumdan, bana destek oluyor, düşmeme izin vermiyor. Burada olduğu için kendimi şanslı sayıyorum, hiç gitmesin istiyorum, her zaman yanımda olsun. Hafiften bir esinti daha, üşüyorum. Ne kadar yolumuz kaldı bilmiyorum, ama zaten nereye gittiğimizi de bilmiyorum. Uzun, topraklı bir yol bu, belki iki, en fazla üç kişi yürüyebilir yan yana. Etrafı mısırlarla çevrili. Bir koku geliyor burnuma, tarçın ve yasemin karışımı. İlerledikçe artıyor koku, daha yoğun duyuyorum. Nereden geldiğini kestirmeye çalışıyorum. Çok uzak değil sanki, hissediyorum.  Ama sonra başından beri koku almadığımı hatırlıyorum. Burnum ne zamandır tıkalıydı, kulaklarım duymuyor, gözlerim görmüyordu? İşte o anda babam yüzlü adam çıkagelmişti, şimdi anımsıyorum.

Ama, siz…  deyip kafamı çeviriyorum, bir korku düşüyor içime. Öylece kalakalıyorum olduğum yerde, yıldızla kaplı gecede, topraklı yolun kenarında, mısır tarlasının ortasında. Babam yüzlü adam gitmiş…

Heyecan ve korku içerisinde bakınıyorum etrafıma, mısırların arasına, geldiğimiz yola, ama yok, babam yüzlü adam artık yok. Ne yapacağımı bilemiyorum, nereye gideceğimi de. Öylece kalakalıyorum bu yerde. Her zaman sağ yolu takip et dediğini hatırlıyorum sonra. Adımlarımı hızlandırarak yürümeye başlıyorum. Yolum daha ne kadar uzun, neredeyim bilmiyorum, ama zaten nereye gitmem gerektiğini de bilmiyorum.

İçine düşüp sırılsıklam olduğum çukurdan kurtulmuştum ama şimdi de yürümem gereken uzun bir yol vardı karşımda.


Bu yol uzun, bu yol engebeli. Bir umutsuzluk kaplıyor içimi, bir an gelir kalbim yenik düşer, ruhum avare kalır da kaybolurum diye endişeleniyorum. Ama olmuyor hiç biri, babam yüzlü adamın ruhu güç veriyor bana, cesaretim oluyor, bu yolu yürüyebileceğime dair inancım. Yürümeye, ilerlemeye devam ediyorum, acılarıma, yaralarıma, yorgunluğuma rağmen… Yolun gittiği yere kadar, bedenimin beni taşıyabildiği kadar, doğruya ulaşana kadar… 

Ölümün sesi miydi bu?


Çok uzaklardan gelen kesintili bib sesleri çınlıyor kulağımda. Ayağa kalkmak istiyorum, başaramıyorum. Bir deneme daha… ve yine yüzüstü yerdeyim. Ne olduğunu hatırlamıyorum. Neden yerdeyim bilmiyorum. Hissettiğim sadece yoğun bir ağrı başımda ve çınlayan bib sesleri kulağımda. Ölümün sesi miydi bu? Beni mi çağırıyordu? Ama çağrısına yetişemiyorum, çünkü ölecek kadar bile güç yok ruhumda. Boylu boyunca serilmişim yerde. Kar yağıyor. Yüzüm kara bulanmış. Artık soğuğu hissetmiyorum, artık üşümüyorum. Gecenin bir vakti ve bir bib sesi kulağımda; kesintili, ötüp duruyor. En son hatırladığım bir siluet sadece aklımda ve ince bir ses uzaklarda; Biliyordum! Evet biliyordum… Ama neyi? Cevabını öğrenmek isterdim. Tekrar bir deneme daha… ve yine yüzükoyun yerdeyim. Soğuktan donmuş olan şeyimi hissetmiyorum, kim bilir kaç saattir üzerinde yatıyorum. Uyuşmuş, ama acı yok. Çişim geliyor. Tutmak istiyorum, tutuyorum. Ama bırakıyorum sonra. Bir sıcaklık hissediyorum vücudumda. Sıvı bedenimde yayılıyor. Soğuktan donmuş burnum artık koku almadığı için şanslıyım. Peki ya ellerim, onlar ne durumda? Parmaklarımı oynatmaya çalışıyorum güç bela. Soğuktan katılaşmışlar. Kim bilir kaç saattir buradayım tahmin bile edemiyorum. Kulağım bib sesine gidiyor tekrar. Geldiği yönü kestirmeye çalışıyorum. Kafamı kaldırıp bakmak istiyorum, boynum tutulmuş. Canım acıyor bir anda. Ve yine serilmiş yerdeyim. Bir ışık süzmesi çarpıyor gözüme. Bir ev. Bir pencere. İnsanlar görüyorum evin içinde. Bedenleri hareket halinde. Bir yemek masası var. Etrafında toplanmışlar. Saati tahmin ediyorum, akşam yedi. Akşam yemeği saati. Demek ki hava aydınlıktı buraya geldiğimde, diye çıkarım yapıyorum. Neden kimse yardım etmedi peki? Kimse görmedi mi acaba beni. Ama karlar içinde yatan koca bir bedeni kim fark etmez ki?

Ya da hiç biri. Rüyadayım belki de. Sıcacık yatağımda yüzükoyun serilmiş uyuyorum öylece. Yorgan üzerimden düşmüş. Terlemişim. Susadığımı hissediyorum sadece. Kocam her zaman bir bardak su bulundurur yatağın yanındaki komodinde, olurda uyanıp susarsam diye. Kocam mı? Ama benim hiç kocam olmadı ki… ben hiç evlenmedim ki… ben… Bu da bir rüya mı yoksa yine. Ama bu ses… Uyandın mı canım…? Öylesine yumuşak ve samimi. Cevap vermek istiyorum ama mecal kalmamış dilimde. Kadın mıydım ben yoksa, belki de erkek. Rüya mı bunların hepsi, belki de gerçek. Ama zaten ne fark eder ki… Kulağımda bir bib sesi ötüp duruyor sadece; vaktin daralıyor der gibi…

Bir aralık gözlerimi açar gibi oluyorum, silik bir görüntü kalmış hatırımda; Annem. Bana bakıp gülümsüyor, tam karşımda oturuyor. Onu sevdiğimi söylüyorum, beni duymuyor. Tekrar ediyorum ama nafile. Sadece oturmuş beni izliyor. Daha yüksek sesle söylüyorum, SENİ SEVİYORUM ANNE! Ama o yine tepkisiz kalıyor. Bana bakmış, gülümsüyor.   

Bu silik görüntüyü hatırlarken neredeyim ben, bu gelen bib sesleri ne anlam ifade ediyor. Belki de hayatın kendisi bu. Beni ellerinin arasına almış oradan oraya savuruyor. Hırpalıyor, bağırıyor, kızıyor… Benimle bir top gibi oynuyor elinde; parçalarım dökülüyor, dağılıyorum her çevirmede. Toplamaya çalışıyorum düşenleri ve arada yakalayabildiklerime “anı” diyorum;  hatırlaya bildiklerime, hayatın hatırlamama izin verdiklerine. Ama düşen parçaları yerine takamıyorum, anı olarak kalıyorlar sadece, tamamıyla bana ait olmuyorlar hiçbir zaman. Birçoğunu da unutuyorum zamanla. Geriye sadece izleri kalıyor.


 Vaktim gelince bir yere bırakıyor hayat beni. Uçsuz bucaksız bir yere; insanlar yok, hayvanlar yok, sesler yok… Fakat sadece bir bib sesi kulağımda, kesintili bir şekilde ötüp duruyor.







9 Ocak 2016 Cumartesi

Hey Gidi Dost !



          “Bazen bir dosttur insana gereken, dertlerini, sırlarını açabileceği, kendini onun serin sularına bırakıp onda huzuru bulabileceği bir dost.”



          Karanlık yavaş yavaş hakim oluyordu şehre. Bir huzursuzluktur tutturmuştu içini. Ve Karanlığın çöküşüyle her şey karardı; aklı, kalbi, duyguları... Aniden ayağa kalktı ve kala kaldı öylece, ne yapacağını bilemedi, duvara toslamış gibi hissediyordu. Her şeyi tekrar yaşamaktan, bunca zamandır kurtulmaya çalıştığı problemlere yeniden bulaşmaktan korkuyordu.Karanlık pencereden, kararmış gökyüzüne baktı. Ansızın tüm hissiyatını kaplayan bu düşüncelerden kurtulmak istedi ve masada duran telefonu kaptı hemen. Titreyen elleriyle, aklına gelen ilk ismi aramaya başladı rehberden, yani Dost'u. Aradığı ismi bulunca duraksadı, ne söyleyeceğini bilemedi.Fakat çok şey söylemesine de gerek yoktu aslında, Dost değil miydi zaten, o her halden anlardı. Daha fazla düşünmedi ve bastı arama tuşuna. Telefon açıldı:''Alo?'' Sesi normalden kısık çıkmıştı. Dost: ''Alo, buyurun?'' dedi. ''Alo, benim. Biliyorum saat çok geç oldu ama, müsaitsen eğer...'' Cümlesini tamamlayamadı önce ve sonra kısık bir sesle devam etti ''Yani şey, müsaitsen eğer yanına gelmek istiyorum.'' Heyecanlanmıştı, derin bir nefes aldı. ''Tabii olur! Gel.'' Dostun güven veren sesibiraz da olsa rahatlamıştı içini. Fakat aldığı nefesi bırakamadı bir türlü, ağlamak istiyordu; ağlamak, bağırmak, çığlık atmak... Cevap vermeyince, karşı taraf yineledi konuşmasını ''Bir sıkıntı yoktur umarım?''  Evet, bir sıkıntı yoktu zaten, sıkıntı birden fazlaydı. ''Gerçekten çok özür dilerim, saatin çok geç olduğunu biliyorum ama biraz konuşsak olur mu?'' diye yanıtladı, içinde tuttuğu nefesini  geri  vererek.

            Apar topar değiştirdi üzerini. Çantasını da aldı ve çıktı. Hızla indi merdivenleri. Sokağa çıkınca koşmaya başladı birden, kaçmak istiyordu her şeyden, her gün geçtiği bu caddeden, tıpkı şu anki hava gibi buz gibi insanlardan, seslerden ve nefsinden... Gelen ilk otobüse attı kendini. Hiç bir şey düşünmek istemiyordu, hatta akan gözyaşlarını bile geri çekti içine, çünkü hepsini Dost'a saklıyordu.

       Karanlık otobüsün içinde kalan karanlık yüzlere baktı, sanki her biri onun halinden hissedardı. Yalnız başına oturan yaşlı bir teyze, nereye gideceğini bilmeden umutsuzca oturan bir genç ve hayat yorgunu bir çok beden, işte kadro tamamdı. Hemen köşede, ay ışığın hiç uğramadığı, karanlık biroturak vardıve tamamlamak için bu uğursuz tabloyu, o da geçti yerine. Otobüs durdu kalktı, bir çok beden indirip aldı. Herkesin yeri önceden belirlenmişti sanki. Yalnız oturan teyzenin yanına yalnız bir amca oturdu. Umutsuz gencin yanına bir tanesi daha eklendi.

           Böylece geçen otobüs yolculuğu sonunda bir yerde bitti. Araç durunca ilk inen kendisi oldu. Koşar adımlarla ilerledi Dost'un,evine aklında kalan bir adresle.Daha evvel bir kere gelmişti buraya. O zaman da yine bir şeylerden kaçıyordu. Birbiri ardına sıralanmış evler gecenin karanlığında kaldığı için ayırt edilemiyordu. Sadece silik bir numara vardı aklında, kırk dokuz , üç yüz bir. Telefon çalmaya başladı, arayan Dost'du. ''Alo, geldin mi nerdesin?'' merak edilmek hoşuna gitmişti. ''Evet geldim. Ama evi bulamıyorum, sol tarafta mıydı yoksa sağda mı?'' diye sordu büyük kapıdan girerken.

           Apartmanın önüne geldiğinde duraksadı, basamadı zile hemen. Anlatacaklarını düşünüyordu. Doyasıya ağlamak, kendisini Dost'un kollarına bırakmak istiyordu. Kapı açıldı. Yavaş yavaş çıktı merdivenleri. Ve işte Dost orada, kapının girişinde gülümseyerek kendisini bekliyordu. Utandı, başını önüne eğdi. Dost, elini uzattı, o da tuttu, sıkı sıkı, hiç bırakmak istemedi. ''Hoş geldin'' dedi Dost, gülümsemesini devam ettirerek. Dost'un yüzü aydınlıktı, dışarıdaki karanlığa inat. Koridorun loş sarı ışığı hafif dokunuşlarıyla aydınlatıyordu bu iki bedeni. Ve sıkıca sardı onu Dost, ne kendisi bir şey söyledi, ne de öteki bir şey sordu. Bir müddet kaldılar öylece. Sanki tüm sıkıntılar çoktan akıp gitmeye başlamıştı bile.




            “Ve bazen bir dost kucaklamasıdır lazım olan, hani şöyle sımsıkı.”






2 Ocak 2016 Cumartesi

O ve Ben

Minik kalp atışlarını hissedebiliyordum. Ufacık patilerini göğsüme dayamış yatıyordu. Beni sev der gibi gözlerime bakıyor, hırıltı ve nefesle karışık sesler çıkartıyordu. Beyaz tüylerinin üzerindeki hafif gri tonlar, yüzüne ayrı bir hava katıyordu. Öylesine masumdu ki, insanın sürekli sarılıp öpesi geliyordu.  Uyku sersemi gibi bir hali vardı. Gözlerini ağır ağır açıp kapatıyor, bir yandan da beni izliyordu. Bir aralık benden beklediği ilgiyi göremeyice başını, yan yana getirdiği patilerinin üzerine koydu. Fakat arada bir kafasını çevirip bana bakıyor ve sanki “ Beni sevmen için hala geç değil.” diyordu.

Birlikte böylece sabaha kadar uyuduk. Gözlerimi açtığımda, karnımın üstünde kendini rulo gibi yapmış, patilerini de içine doğru kıvırmış yatıyordu. Uyandığımı hissedince hemen başını kaldırdı ve kuyruğunu sallayarak gözlerimin içine bakmaya başladı . Uzun uzadıya bakıştık. Fakat o bana bakarken gözlerini hiç kırpmamıştı, ben ise buna nasıl dayandığını anlayamayarak yaşaran gözlerimi sildim. Bir müddet başını okşadım. Sanırım bu o kadar hoşuna gitmişti ki elimi çektiğimde, hadi bir daha dercesine miyavladı. 

28 Aralık 2015 Pazartesi

1950'de Çinli Bir Anne

     Bugün de uyuyamaştı. Kalktı, yatakta doğruldu. Ay ışığının camdan yansıyan ışıkları aydınlatıyordu odayı. Ses çıkarır da uyandırır eşini diye giymedi terliklerini. Usulca çevirdi kapının tokmağını ve salona doğru ilerledi buz gibi betona aldırmadan. Koridordan geçerken aynada yansıyan kendisine takıldı gözleri, durdu baktı, baktı... kırışmış alnına, buruşmuş ellerine, çökmüş göğüslerine... Masaya yöneldi ve oturup yazmaya başladı;

“Merhaba oğlum, bak uyuyamadım bugün de, seni düşündüm uyuyamadım. Yerin rahat mı oğlum? Üşüyor musun? Merak etme, babanla biz hiç üşümüyoruz artık, sağ olsun komşular aralarında yardım toplayıp yeni bir soba aldılar bize. Sadece kömür kokusuna alışamadım henüz,  o kadar.”

Oğlunu, 1937’nin kışında, Shanghai da, Japonlara Karşı Direniş Savaşı’nda şehit vermişti. Gencecik oğlu, Japonların eline esir düşmüş ve acımasızca boynu kesilerek öldürülmüştü. Tam sekiz yıl süren savaşta Japonlar, Çin’in kuzeydoğusunu ve Shanghai’ı ele geçirmiş, önlerine çıkanları acımasızca öldürmüşlerdi kadın erkek, yaşlı çocuk ayırt etmeden. Kadınlara tecavüz etmiş, minicik kafaları ayırmışlardı bedenlerinden. Esir olarak yakaladıklarına da işkence etmiş, hatta aralarında oyun oynayıp şakalaşmış, kim daha çok kafa kesecek diye de yarışmışlardı. Belki de oğlu onlardan biriydi. Geçmişi hatırlamak, tüm bu olanları  hazmetmeye çalışmak ona ağır geliyordu.

Yaşlı kadın bir öğretmendi zamanında, fakat Japonlar bir gece vakti evlerini basıp yaktıktan sonra okula devam edememişti. Aslına bakılırsa öğretmen olması bir mucizeydi. Çünkü o dönemlerde Çin’de kızların okula gitmesi, öğrenim görmesine izin verilmiyordu. Hatta şu anda yaşıtlarının çoğu okuma yazma bile bilmiyordu. Fakat babası devlet görevlisi olduğu için ona ayrıcalık tanınmıştı.

İşte yaşlı kadın bu şekilde, her gece uykusundan uyanıyor, salondaki bu masada oğluyla dertleşiyor, ona mektuplar  yazıyordu  okuduğunu  umarak.

O gün sabaha karşı, güneş yeni bir güne daha saçarken ışıklarını, yaşlı kadın hayatını kaybetti. Zavallı eşi, artık onu yatakta göremeyince şaşırmıyor, her zaman ki gibi masada uyuya kalmıştır diye düşünüp endişelenmiyordu. O gün de öyle oldu. Adamcağız sabah uyandı, elini yüzünü yıkadı. Salondan geçerek mutfağa doğru ilerledi. Önce uyandırmak niyetiyle yanına yaklaştı eşinin fakat bugün bir farklılık yapıp kahvaltıyı kendisi hazırlamak istedi. Belki biraz olsun eşinin yüzü gülümser diye ummuş ve eşinin en sevdiği Beyaz Baozi[1]’lardan almıştı. O yüzden seslenmedi uyuduğunu zannettiği eşine. Yaşlı kadın elinde kalemi, başı 10 yıldır her gece uyanarak oğluna mektup yazdığı defterin üzerinde, gözleri kapalı bir şekilde duruyordu. Ve son cümlelerinde ise, ölüm sanki ona bir iyilik yapmış ve geleceğini haber vermiş gibi şöyle demişti;

“Üzülme artık oğlum bak ben geliyorum.”



[1]İçine sebze ya da et konarak yapılan bir çeşit Çin hamur işi. Genellikle sabah kahvaltılarında tüketilen bu yiyecek, Türk mantısına çok benzer fakat mantıdan 2-3 kat daha büyüktür. Buharda pişirildiği için beyaz renktedir.

Gurbette



“Hadi dua edelim mi?” diye sordu babası küçük kızına.
“Ama ne söyleyeceğimi bilmiyorum ki.” diye karşılık verdi kız, minik ellerini havaya kaldırıp babasına uzatırken.
“Ne istersen söyleyebilirsin.” diye yanıtladı babası ve devam etti gülümseyerek:
“Mesela insanlığa dua edebilirsin, annen ve ablan için dua edebilirsin ya da belki Türkiye için...” sesi biraz kısık çıkmıştı bu son sözü söylerken. Fakat kız, sanki babasının ne söylemek istediğini anlamış gibi, gözlerini kapattı ve ağzında bir şeyler mırıldandıktan sonra yeniden uzattı ellerini. Babası, gülümsemesini devam ettirerek kızının ellerini tuttu ve hafifçe bir öpücük kondurdu yüzüne, bu minik dudaklardan ve tertemiz kalpten çıkan isteklerin geri çevrilmeyeceğini umarak.Bu öpücük o kadar hoşuna gitti ki kızın, sesli bir şekilde kıkırdadı ve sanki her şey ayan beyan ortadaymış gibi bir de “Amin” dedi tam babası içinden geçirirken muradını. Bu tablo karşısında ise baba daha da duygulandı, çünkü emindi, biliyordu ki seslerini işiten biri vardı. Baba, bir müddet daha baktıktı kızına ve sonra gözleri, pencerenin buğulu camına kaydı. Yağmur hafifçe dokunduruyordu damlalarını serin esen yele. Shanghai kışını yaşıyordu, baba ise yüreğinde dolup taşan duyguları.

Kader bundan tam on yıl önce, yine böyle yağmurlu bir gecede, tüm hayatını değiştirecek bir karar almıştı. İşte o karar babayı buraya, uzak Çin diyarına getirmişti. O zamanlar daha yeni evlenmiş, en büyük kızının doğumunu bekliyordu. Elbette büyük bir karardı bu, memleketini, ailesini ve işini arkada bırakması gerekiyordu. Her insanın öyle kolayca üstlenebileceği türden değildi. Bunu kabul eden kişi, kararlı ve azimli olmalıydı, hatta daha da ötesi “deli”. Baba, oralarda ne yer ne içer, ne iş yapar, hiç bilememişti. Ama böyle yazmıştı ya yazan, geresi önemsizdi. Çünkü elbet bunda da bir hayır vardı, her işte olduğu gibi. Kim bilir belki oralarda görüp tanışması gereken, kalbi buruk, yolunu şaşırmış, bir su verilmeyi bekleyen insanlar vardı, beklerlerdi ki bir el onları tutup kaldırsın düştükleri çukurdan. Eşinin de rızasını aldıktan sonra, birlikte gelmişlerdi buraya.

İşte baba, evin küçük oturma odasında, yerde diz çökmüş, cama dokunan yağmur damlalarına izlerken bunları düşünüyordu. Gözleri doldu, duygulanmıştı. Babasının gözlerinin yaşardığını gören kız, meraklandı ve sordu titrek bir sesle: “Neden ağlıyorsun baba, yoksa mutlu mu değilsin?” Minik kız insanın sadece üzüldüğü zaman ağladığını düşünüyordu. İnsan eğer mutluysa ağlamazdı ki,  gülmesi gerekirdi. Baba, yüzüne inen damlayı sildi, kızına döndü ve gülümseyerek: “Hayır kızım.” dedi “Çok şükür ki mutluyum.” Baba, huzurluydu. Belki sırtında bir çok sorumluluk taşıyordu, hatta insan olmak, O’na(c.c) kul olmak başlı başına bir sorumluluktu, yol uzun ve yokuşluydu, ama baba bulunduğu yerde mutluydu, çünkü neye inandığını biliyordu.






20 Aralık 2015 Pazar

Yemek Masası

Derin bir nefes daha çektikten sonra içine, sandalyesine oturdu. Konukların neredeyse tamamı gelmişti. Büyük bir şölen olacaktı bu. Enfes yemeklerle donatılmış masa, dünyanın bir çok yerinden lezzetler sunuyordu. Fakat bunca çeşitlilik arasında o, kendine uygun bir lezzet bulamadı. Salatada gözüne kestirdiği dilimlenmiş domatesleri ve çekirdeğinin özenle çıkartılmış olduğunu  düşündüğü iki yeşil zeytini ağzına attı. Ne de çok severdi domates ve zeytini birlikte yemeyi, ona hep çocukluğunu, annesinin o leziz hafta sonu kahvaltılarını hatırlatırdı. Şimdi ise annesi kim bilir ne yapıyordu. Gözleri doldu. Tam dört yıl olmuştu annesini görmeyeli. Artık ne hafta sonu kahvaltıları ne de domates ve zeytin ona mutluluk veriyordu.

Oturduğu masada yalnız değildi. Sağında kel, saçlarının önceden sarı olduğu belli olan etine dolgun bir adam oturuyordu. Gülümsemesi samimiydi, anlattıklarına bakılırsa yönetim bilimleri üzerine tahsis yapıyordu. Hemen onun yanında, tamamiyle siyahlara bürünmüş, göz altları içene göçmüş,  keçi sakallı bir adam oturuyordu. Adamın öyle bir hali vardi ki sanki sırf depresyona girmek için yaşıyordu. Bir aralık göz göze geldiler, uzun uzadıya bakıştılar. En sonunda gözlerini kaydıran kendisi oldu. Bunca siyahlığa rağmen adamın bir cazibesi, mistik bir yanı vardı. Çökmüş göz altlarının çevrelediği siyah gözleri hala hayatta olduğunun tek göstergesiydi. Saçları özenle sola doğru taranmış, belli ki iyi bakım yapılmış ve kokulu saç yağlarıyla da canlılık katılmıştı. Ona öyle geldi ki, bu adamda daha henüz bilemediği bazı derin hakikatler yatmaktaydı.

Masanın diğer ucunda, kendisinin tam karşısında oturan adam ise ilk bakışta insana endişe veren bakışları olsa da sesindeki tatlı incelik insanın hoşuna gidecek cinstendi. Kareli mavi gömleğinin bütün düğmelerini iliklemişti. Disiplinli bir tipe benziyordu. Dağınık sarı saçlarıyla hiç ilgilenmediği belliydi. Solunda oturan, boyu masadakilere kıyasla daha kısa olan adamın ise ciddi, sert ve ilk bakışta insanı korkutan bir çehresi vardı. Fakat vakit ilerledikçe anlaşıldı ki bir o kadar da babacandı. Adam,  yemek boyunca pek fazla konuşmamıştı. Sadece bir ara konu “kişisel anılar” dan açılınca, kimse onu susturamadı, adam da anlattı da anlattı. Sesinde tuhaf bir kırıklık ve hırıltı vardı, hatta yüzüne bakmıyor olsanız onun ağladığını zannedebilirdiniz.Kısa boyluydu ama çelimsiz değildi. Elleri vücuduna oranla büyüktü, bir yumruk vursa tüm masayı devirebilecek cinsten. Giyinme zevkinden tamamen yoksun olduğu belliydi.

Yemeğin ilerleyen saatlerinde masanın köşesinde birinin daha oturduğunu anımsadı. Yemek başlarken adamı görmüştü fakat adam yemek boyunca hiç konuşmamış, sakince yemeğini yemişti. Bu sebepten, orada olduğunu adam gitmesi gerektiğini söyleyip masandan kalkerken fark etti. Tüm yemek boyunca başı önüne eğik bir şekilde oturmuş olan adamın sanki hüzün ve kederle içi içe, hayatı hep başarısızlık ve yenilgilerle dolup taşmış gibi bir hali vardı; ne kimseden yardım bekleyen ne de kendi kendine çözüm bulabilen.