“Hadi dua edelim mi?” diye sordu babası
küçük kızına.
“Ama ne söyleyeceğimi bilmiyorum
ki.” diye karşılık verdi kız, minik ellerini havaya kaldırıp babasına
uzatırken.
“Ne istersen söyleyebilirsin.” diye
yanıtladı babası ve devam etti gülümseyerek:
“Mesela insanlığa dua edebilirsin,
annen ve ablan için dua edebilirsin ya da belki Türkiye için...” sesi biraz
kısık çıkmıştı bu son sözü söylerken. Fakat kız, sanki babasının ne söylemek
istediğini anlamış gibi, gözlerini kapattı ve ağzında bir şeyler mırıldandıktan
sonra yeniden uzattı ellerini. Babası, gülümsemesini devam ettirerek kızının ellerini
tuttu ve hafifçe bir öpücük kondurdu yüzüne, bu minik dudaklardan ve tertemiz
kalpten çıkan isteklerin geri çevrilmeyeceğini umarak.Bu öpücük o kadar hoşuna
gitti ki kızın, sesli bir şekilde kıkırdadı ve sanki her şey ayan beyan
ortadaymış gibi bir de “Amin” dedi tam babası içinden geçirirken muradını. Bu
tablo karşısında ise baba daha da duygulandı, çünkü emindi, biliyordu ki
seslerini işiten biri vardı. Baba, bir müddet daha baktıktı kızına ve sonra gözleri,
pencerenin buğulu camına kaydı. Yağmur hafifçe dokunduruyordu damlalarını serin
esen yele. Shanghai kışını yaşıyordu, baba ise yüreğinde dolup taşan duyguları.
Kader bundan tam on yıl önce, yine
böyle yağmurlu bir gecede, tüm hayatını değiştirecek bir karar almıştı. İşte o
karar babayı buraya, uzak Çin diyarına getirmişti. O zamanlar daha yeni
evlenmiş, en büyük kızının doğumunu bekliyordu. Elbette büyük bir karardı bu, memleketini,
ailesini ve işini arkada bırakması gerekiyordu. Her insanın öyle kolayca
üstlenebileceği türden değildi. Bunu kabul eden kişi, kararlı ve azimli
olmalıydı, hatta daha da ötesi “deli”. Baba, oralarda ne yer ne içer, ne iş
yapar, hiç bilememişti. Ama böyle yazmıştı ya yazan, geresi önemsizdi. Çünkü elbet
bunda da bir hayır vardı, her işte olduğu gibi. Kim bilir belki oralarda görüp
tanışması gereken, kalbi buruk, yolunu şaşırmış, bir su verilmeyi bekleyen
insanlar vardı, beklerlerdi ki bir el onları tutup kaldırsın düştükleri çukurdan.
Eşinin de rızasını aldıktan sonra, birlikte gelmişlerdi buraya.
İşte baba, evin küçük oturma
odasında, yerde diz çökmüş, cama dokunan yağmur damlalarına izlerken bunları
düşünüyordu. Gözleri doldu, duygulanmıştı. Babasının gözlerinin yaşardığını
gören kız, meraklandı ve sordu titrek bir sesle: “Neden ağlıyorsun baba, yoksa
mutlu mu değilsin?” Minik kız insanın sadece üzüldüğü zaman ağladığını düşünüyordu.
İnsan eğer mutluysa ağlamazdı ki, gülmesi gerekirdi. Baba, yüzüne inen damlayı
sildi, kızına döndü ve gülümseyerek: “Hayır kızım.” dedi “Çok şükür ki
mutluyum.” Baba, huzurluydu. Belki sırtında bir çok sorumluluk taşıyordu, hatta
insan olmak, O’na(c.c) kul olmak başlı başına bir sorumluluktu, yol uzun ve
yokuşluydu, ama baba bulunduğu yerde mutluydu, çünkü neye inandığını biliyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder