28 Aralık 2015 Pazartesi

1950'de Çinli Bir Anne

     Bugün de uyuyamaştı. Kalktı, yatakta doğruldu. Ay ışığının camdan yansıyan ışıkları aydınlatıyordu odayı. Ses çıkarır da uyandırır eşini diye giymedi terliklerini. Usulca çevirdi kapının tokmağını ve salona doğru ilerledi buz gibi betona aldırmadan. Koridordan geçerken aynada yansıyan kendisine takıldı gözleri, durdu baktı, baktı... kırışmış alnına, buruşmuş ellerine, çökmüş göğüslerine... Masaya yöneldi ve oturup yazmaya başladı;

“Merhaba oğlum, bak uyuyamadım bugün de, seni düşündüm uyuyamadım. Yerin rahat mı oğlum? Üşüyor musun? Merak etme, babanla biz hiç üşümüyoruz artık, sağ olsun komşular aralarında yardım toplayıp yeni bir soba aldılar bize. Sadece kömür kokusuna alışamadım henüz,  o kadar.”

Oğlunu, 1937’nin kışında, Shanghai da, Japonlara Karşı Direniş Savaşı’nda şehit vermişti. Gencecik oğlu, Japonların eline esir düşmüş ve acımasızca boynu kesilerek öldürülmüştü. Tam sekiz yıl süren savaşta Japonlar, Çin’in kuzeydoğusunu ve Shanghai’ı ele geçirmiş, önlerine çıkanları acımasızca öldürmüşlerdi kadın erkek, yaşlı çocuk ayırt etmeden. Kadınlara tecavüz etmiş, minicik kafaları ayırmışlardı bedenlerinden. Esir olarak yakaladıklarına da işkence etmiş, hatta aralarında oyun oynayıp şakalaşmış, kim daha çok kafa kesecek diye de yarışmışlardı. Belki de oğlu onlardan biriydi. Geçmişi hatırlamak, tüm bu olanları  hazmetmeye çalışmak ona ağır geliyordu.

Yaşlı kadın bir öğretmendi zamanında, fakat Japonlar bir gece vakti evlerini basıp yaktıktan sonra okula devam edememişti. Aslına bakılırsa öğretmen olması bir mucizeydi. Çünkü o dönemlerde Çin’de kızların okula gitmesi, öğrenim görmesine izin verilmiyordu. Hatta şu anda yaşıtlarının çoğu okuma yazma bile bilmiyordu. Fakat babası devlet görevlisi olduğu için ona ayrıcalık tanınmıştı.

İşte yaşlı kadın bu şekilde, her gece uykusundan uyanıyor, salondaki bu masada oğluyla dertleşiyor, ona mektuplar  yazıyordu  okuduğunu  umarak.

O gün sabaha karşı, güneş yeni bir güne daha saçarken ışıklarını, yaşlı kadın hayatını kaybetti. Zavallı eşi, artık onu yatakta göremeyince şaşırmıyor, her zaman ki gibi masada uyuya kalmıştır diye düşünüp endişelenmiyordu. O gün de öyle oldu. Adamcağız sabah uyandı, elini yüzünü yıkadı. Salondan geçerek mutfağa doğru ilerledi. Önce uyandırmak niyetiyle yanına yaklaştı eşinin fakat bugün bir farklılık yapıp kahvaltıyı kendisi hazırlamak istedi. Belki biraz olsun eşinin yüzü gülümser diye ummuş ve eşinin en sevdiği Beyaz Baozi[1]’lardan almıştı. O yüzden seslenmedi uyuduğunu zannettiği eşine. Yaşlı kadın elinde kalemi, başı 10 yıldır her gece uyanarak oğluna mektup yazdığı defterin üzerinde, gözleri kapalı bir şekilde duruyordu. Ve son cümlelerinde ise, ölüm sanki ona bir iyilik yapmış ve geleceğini haber vermiş gibi şöyle demişti;

“Üzülme artık oğlum bak ben geliyorum.”



[1]İçine sebze ya da et konarak yapılan bir çeşit Çin hamur işi. Genellikle sabah kahvaltılarında tüketilen bu yiyecek, Türk mantısına çok benzer fakat mantıdan 2-3 kat daha büyüktür. Buharda pişirildiği için beyaz renktedir.

Gurbette



“Hadi dua edelim mi?” diye sordu babası küçük kızına.
“Ama ne söyleyeceğimi bilmiyorum ki.” diye karşılık verdi kız, minik ellerini havaya kaldırıp babasına uzatırken.
“Ne istersen söyleyebilirsin.” diye yanıtladı babası ve devam etti gülümseyerek:
“Mesela insanlığa dua edebilirsin, annen ve ablan için dua edebilirsin ya da belki Türkiye için...” sesi biraz kısık çıkmıştı bu son sözü söylerken. Fakat kız, sanki babasının ne söylemek istediğini anlamış gibi, gözlerini kapattı ve ağzında bir şeyler mırıldandıktan sonra yeniden uzattı ellerini. Babası, gülümsemesini devam ettirerek kızının ellerini tuttu ve hafifçe bir öpücük kondurdu yüzüne, bu minik dudaklardan ve tertemiz kalpten çıkan isteklerin geri çevrilmeyeceğini umarak.Bu öpücük o kadar hoşuna gitti ki kızın, sesli bir şekilde kıkırdadı ve sanki her şey ayan beyan ortadaymış gibi bir de “Amin” dedi tam babası içinden geçirirken muradını. Bu tablo karşısında ise baba daha da duygulandı, çünkü emindi, biliyordu ki seslerini işiten biri vardı. Baba, bir müddet daha baktıktı kızına ve sonra gözleri, pencerenin buğulu camına kaydı. Yağmur hafifçe dokunduruyordu damlalarını serin esen yele. Shanghai kışını yaşıyordu, baba ise yüreğinde dolup taşan duyguları.

Kader bundan tam on yıl önce, yine böyle yağmurlu bir gecede, tüm hayatını değiştirecek bir karar almıştı. İşte o karar babayı buraya, uzak Çin diyarına getirmişti. O zamanlar daha yeni evlenmiş, en büyük kızının doğumunu bekliyordu. Elbette büyük bir karardı bu, memleketini, ailesini ve işini arkada bırakması gerekiyordu. Her insanın öyle kolayca üstlenebileceği türden değildi. Bunu kabul eden kişi, kararlı ve azimli olmalıydı, hatta daha da ötesi “deli”. Baba, oralarda ne yer ne içer, ne iş yapar, hiç bilememişti. Ama böyle yazmıştı ya yazan, geresi önemsizdi. Çünkü elbet bunda da bir hayır vardı, her işte olduğu gibi. Kim bilir belki oralarda görüp tanışması gereken, kalbi buruk, yolunu şaşırmış, bir su verilmeyi bekleyen insanlar vardı, beklerlerdi ki bir el onları tutup kaldırsın düştükleri çukurdan. Eşinin de rızasını aldıktan sonra, birlikte gelmişlerdi buraya.

İşte baba, evin küçük oturma odasında, yerde diz çökmüş, cama dokunan yağmur damlalarına izlerken bunları düşünüyordu. Gözleri doldu, duygulanmıştı. Babasının gözlerinin yaşardığını gören kız, meraklandı ve sordu titrek bir sesle: “Neden ağlıyorsun baba, yoksa mutlu mu değilsin?” Minik kız insanın sadece üzüldüğü zaman ağladığını düşünüyordu. İnsan eğer mutluysa ağlamazdı ki,  gülmesi gerekirdi. Baba, yüzüne inen damlayı sildi, kızına döndü ve gülümseyerek: “Hayır kızım.” dedi “Çok şükür ki mutluyum.” Baba, huzurluydu. Belki sırtında bir çok sorumluluk taşıyordu, hatta insan olmak, O’na(c.c) kul olmak başlı başına bir sorumluluktu, yol uzun ve yokuşluydu, ama baba bulunduğu yerde mutluydu, çünkü neye inandığını biliyordu.






20 Aralık 2015 Pazar

Yemek Masası

Derin bir nefes daha çektikten sonra içine, sandalyesine oturdu. Konukların neredeyse tamamı gelmişti. Büyük bir şölen olacaktı bu. Enfes yemeklerle donatılmış masa, dünyanın bir çok yerinden lezzetler sunuyordu. Fakat bunca çeşitlilik arasında o, kendine uygun bir lezzet bulamadı. Salatada gözüne kestirdiği dilimlenmiş domatesleri ve çekirdeğinin özenle çıkartılmış olduğunu  düşündüğü iki yeşil zeytini ağzına attı. Ne de çok severdi domates ve zeytini birlikte yemeyi, ona hep çocukluğunu, annesinin o leziz hafta sonu kahvaltılarını hatırlatırdı. Şimdi ise annesi kim bilir ne yapıyordu. Gözleri doldu. Tam dört yıl olmuştu annesini görmeyeli. Artık ne hafta sonu kahvaltıları ne de domates ve zeytin ona mutluluk veriyordu.

Oturduğu masada yalnız değildi. Sağında kel, saçlarının önceden sarı olduğu belli olan etine dolgun bir adam oturuyordu. Gülümsemesi samimiydi, anlattıklarına bakılırsa yönetim bilimleri üzerine tahsis yapıyordu. Hemen onun yanında, tamamiyle siyahlara bürünmüş, göz altları içene göçmüş,  keçi sakallı bir adam oturuyordu. Adamın öyle bir hali vardi ki sanki sırf depresyona girmek için yaşıyordu. Bir aralık göz göze geldiler, uzun uzadıya bakıştılar. En sonunda gözlerini kaydıran kendisi oldu. Bunca siyahlığa rağmen adamın bir cazibesi, mistik bir yanı vardı. Çökmüş göz altlarının çevrelediği siyah gözleri hala hayatta olduğunun tek göstergesiydi. Saçları özenle sola doğru taranmış, belli ki iyi bakım yapılmış ve kokulu saç yağlarıyla da canlılık katılmıştı. Ona öyle geldi ki, bu adamda daha henüz bilemediği bazı derin hakikatler yatmaktaydı.

Masanın diğer ucunda, kendisinin tam karşısında oturan adam ise ilk bakışta insana endişe veren bakışları olsa da sesindeki tatlı incelik insanın hoşuna gidecek cinstendi. Kareli mavi gömleğinin bütün düğmelerini iliklemişti. Disiplinli bir tipe benziyordu. Dağınık sarı saçlarıyla hiç ilgilenmediği belliydi. Solunda oturan, boyu masadakilere kıyasla daha kısa olan adamın ise ciddi, sert ve ilk bakışta insanı korkutan bir çehresi vardı. Fakat vakit ilerledikçe anlaşıldı ki bir o kadar da babacandı. Adam,  yemek boyunca pek fazla konuşmamıştı. Sadece bir ara konu “kişisel anılar” dan açılınca, kimse onu susturamadı, adam da anlattı da anlattı. Sesinde tuhaf bir kırıklık ve hırıltı vardı, hatta yüzüne bakmıyor olsanız onun ağladığını zannedebilirdiniz.Kısa boyluydu ama çelimsiz değildi. Elleri vücuduna oranla büyüktü, bir yumruk vursa tüm masayı devirebilecek cinsten. Giyinme zevkinden tamamen yoksun olduğu belliydi.

Yemeğin ilerleyen saatlerinde masanın köşesinde birinin daha oturduğunu anımsadı. Yemek başlarken adamı görmüştü fakat adam yemek boyunca hiç konuşmamış, sakince yemeğini yemişti. Bu sebepten, orada olduğunu adam gitmesi gerektiğini söyleyip masandan kalkerken fark etti. Tüm yemek boyunca başı önüne eğik bir şekilde oturmuş olan adamın sanki hüzün ve kederle içi içe, hayatı hep başarısızlık ve yenilgilerle dolup taşmış gibi bir hali vardı; ne kimseden yardım bekleyen ne de kendi kendine çözüm bulabilen.

Yeni Bir Gün Daha

     Halsiz ve bitkin uyanmıştı uykusundan. Dinlenmek için uyumuştu ama, şimdi daha da yorgun hissediyordu. Kafasını kurcalayan ve büsbütün düşüncelerini dolduran meselelerden dolayı uyuyamamıştı yine saat üçlere kadar. Uyumak ne de garip şeydi; yarı ölü misali...

         Güneş ışıklarının masum dokunuşlarıyla açmıştı gözlerini. Sabahın altısıydı. Kış iyiden iyiye kendini göstermiş, Shanghai var gücüyle soğuyordu dur durak bilmeden. Kalktı, elini yüzünü yıkadı. Aynaya yansıyan kendine baktı, zaman insanı ne de çok değiştiriyordu. Çay demlemek için mutfağa gitti. Ayağında çorap vardı ama, sanki yerdeki fayans dışarıdaki soğukla iş irliği yapmışcasına buz gibiydi. Odaya gidip ayağına mestiklerini[1] geçirdi. Annesi gözünün nuru biricik oğluna örmüştü bunları, hem de en sevdiği renk, siyahtı. Çayı demlemek için tekrar mutfağa döndü, saat sekizdeki toplantıya yetişmek için biraz hızlıca demlemişti ama olsun, çay her haliyle güzeldi. Özenle bir bardak doldurdu kendine, fakat saati fark edince, koltuğa geçip sabahın tadınıçıkartırken yudumlayamayacaktı çayını bugün de, bardaktaki çayı aceleyle kağıt bir bardağa aldı yolda içme niyetiyle. Son bir defa daha baktı aynaya, dökülen saçlarına, kırışmış alnına.. Ayakkabılarını da geçirdikten sonra ayağına, kapıyı kapatıp yola koyuldu usulca.

         Tek tek indi merdiven basamaklarını, atlamadan hiç birini. İnerken ayaklarını birbirine yakın tutuyor, hiç ses çıkartmamaya özen gösteriyordu. Eşyaya, Allah’ın yarattığı bu taşa, saygıyla, şefkatle yaklaşıyordu.



[1] mes ve patik birleşimi bir çeşit çorap

Kaçış

Koşarak geçtikten sonra ana yolu  , hızlı adımlarla caddenin sağından devam etti. İzini kaybettirmek için karanlık, dar bir sokağa girdi. Saat gecenin ikisiydi. Koşarken aynı zamanda  takip edilip edilmediğini kontrol etmek için arkasına bakıyordu. Dar sokağın sonundan sola saptı. Hava soğuktu. Evden okadar hızlı çıkmıştı ki ne bir mont ne de bir hırka almaya fırsat bulabilmişti. Üzerinde sadece uzun kollu bir gömlek vardı. Nereye gideceğini bilmeden koşuyordu. Bir aralık nefes nefese kaldı ve bir kaldırama oturdu. Normalde olsa asla böyle bir şey yapmaz, o pis kaldırımlara oturmazdı. Ama insanın hayatı söz konusu olunca böyle şeyleri pek önemsemiyordu. Fakat insanın bilmediği bir şey vardı ki ölüm kendisini zaten bekliyordu; bir evde, saat ikide, ya da okulda bir öğleden sonra, belkide bir kaldırım başında ama elbet bir yerlerde.

Bir iki dakika nefeslendikten sonra tekrardan koşmaya başladı. Yokuş aşağı koştuğu için  bacakları olduğundan fazla açılıyordu. Hatta bir an bacaklarının yerinden çıkacağını zannetti. Yokuşun sonundan sağa döndü. Bir defa daha arkasını dönüp baktı gelen giden var mı diye, fakat arkasını dönmesiyle durması bir oldu. Yolun kenarında duran bir ağaca yasladı sırtını ve öylece durdu. Koşmaya, kaçmaya devam etmedi. Çünkü ne kadar koşarsa koşsun insan kendi nefsinden kaçamazdı. 

Dar Sokaklar


     "Allahım, hissedemiyorum artık!" diye bağırarak uyandı uykusundan. Saçları dağılmış, terlemişti. Nerede olduğunu anlayamadı önce. Üzerini tam olarak kapatacak kadar tahta bulamadığı için  yarım açık kalan tavandan -tabi buna tavan denilebilirse- ayağına düşen yağmur damlalarını hissedince, dar sokaklardan birinde, insanların sadece çöplerini atmak için uğradığı bu yere , sağda solda bulduğu tahta parçalarıyla yaptığı kulübede olduğunu hatırladı. Başlarda rahatsız eden bu damlaları artık umursamıyordu.

    Saati merak etti, gecenin ikisiydi. Üzerini örtmek için kullandığı masa örtüsünü bir hamlede attı üzerinden. Açık kalan çatıdan giren yağmur damlaları sırılsıklam etmişti örtüyü. Çıplak, çamurlu ayaklarını soğuk betona bastı. Baş parmaklarına takıldı gözü. Ne de çok severdi baş parmaklarını içeri doğru kıvırıp kaslarının kasılışını izlemeyi. Fakat uzun süredir çorapsız, ulu orta kalan ayaklarını oynatacak dermanı kalmamıştı artık. İçini poşetlerle doldurarak yastık havası vermeye çalıştığı eski deri çantaya koydu başını tekrardan. Dizlerini de karnına çekerek gözlerini kapattı.  Kapı olarak kullanacak bir şey bulamadığı için öylece açık kalan kulübe girişinden esen rüzgarı çekti içine. Uyumaya çalıştı tekrardan ama yapamadı. Zaten uyusa bile, uyanacak olduğu yeni gün bir öncekinden farklı olmayacaktı.